4 Mayıs 2016 Çarşamba

KOLTUK2(saklanamayanlar)

Kapıdan girerken birden elindeki dosyaları düşürecek olsa da sıkıca tuttu. Damağındaki sıcak kahve tadı uykusu olduğu gerçeğini derinleştiriyordu. Bazen tam tersini hissettirirdi aslında. Hala çalışıyor olduğunun inatçı göstergesi olurdu. Birilerinin sürekli iş peşinde koşuşturduğu uzun koridora çıktı. Odalara girip çıkan ve elinde kâğıtlar dosyalar olan bu insanların ne yaptığını anlamak değil anlamaya çalışmak bile istemiyordu. Her bir dosyanın kan koktuğunu düşünürdü genç sekreter. Odaları tek tek geçip en son sağdaki odaya doğru ilerliyordu. Elinde tutuğu mavi ciltli dosyanın içindeki o iğrenç kan kokusunu alabiliyordu. Bir yandan da aslında bunun tam tersi bir şeylerde olduğunu hissetmiyor değildi. Çünkü insanları öldüren bir bıçaktan, tabancadan ya da herhangibi bir aletten söz etmiyordu bu cinayet davasında. İnsanları öldüren bir koltuğun varlığı yetmiyormuş gibi birde öldürdüğü kişilerin adı karalanmıştı bu dosyaya resimleriyle birlikte. Koltuk dosyasıydı elinde tuttuğu. Her gün adı bile söylenmeden kullanılan lanet olası bir koltuk hepsi bu… Ya da sadece o öyle sanıyordu.Odaya hızla girdi. Uzun siyah ceketli ellerini pantolonunun cebine atmış ve kapalı olan pencereden dışarıyı kuş bakışı seyreden siyah saçlı adamı gördü. Arkası dönüktü. Ve hala sekreterin içeri girdiğini görmemişti genç adam. O hala bulutların yavaşça şehre bıraktıkları yağmur damlalarını seyrediyordu. Önünde uzanan tüm şehrin binalarına baktıkça her birinin bu davayla bir ilgisi olabileceğini düşünüyordu. Aniden arkasını döndü ve karşısında gördüğü genç kadını ürküttü.
Bir adım geri kaçan sekreter kafasındaki tüm düşünceleri bir anda nasılda sildiğine hayret ediyordu. İlk odak noktası gözleri olmuştu. Ajanın o kahverengi gözleri. Sanki bütün vücudunu ve hatta elbiselerini tamamlayan birer çift takıydı o gözler. Hafif sakalı vardı belki bir kaç günlük. Derin bakışlarının tamamlayıcısı olan siyah kaşları her konuda yüzüne birazda olsa kararlılık ifadesini aşılıyordu. Uzun boy paltosunun içine giydiği kıyafetler bir devlet memuru için çok fazla spor duruyordu. Siyah polyester fermuarı ilikli bir ceket ve siyah pantolon bunlarla uyumlu siyah botlar. Ellerini pantolonunu ceplerine attı. Sekreter ajandan elini uzamasını bekliyordu ki bunu görünce düşüncesini hemen sildi. Genç adam yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı.“Ben Jordan Miller bayan koltuk davasını üstlenen dedektif”Sekreterde karşısındaki kişinin bu soğukkanlı tavrına otoriter bir cevap vermek istedi. Gayet tok bir sesle“Memnun oldum dedektif. Ben Sandra Faris bu dava hakkında size bilgi vermekle görevlendirildim sanırım çalışmalarınızda benden yardım alacaksınız.”Sekreter dosyalarını masaya bırakırken, genç dedektif içinden diye tekrarladı.Tekrar pencereye yanaştı ve ellerini cebinden çıkarmadan şehri izlemeye devam etti.“Dava hakkında ne biliyorsunuz bayan?”Sekreter bu soru karşısında bütün bildiklerini anlatabilirdi. Ama karşındaki kişiyi tatmin edemeyeceğini düşündüğünden dosyaları göstermekle yetindi. Masanın üzerindeki mavi dosyayla gözgöze geldi bir an için dedektif. Ve sekreterin düşüncesini doğru çıkaracak şekilde gülümsedi.“Hepsi bu mu? Bakın bayan ben bir okulun yılsonu ödevinden bahsetmiyorum, bir koltuğun insanları öldürmesinden bahsediyorum...”O arada bu anı bölmek için özellikle aranıyormuşçasına telefon sesi yükseldi. Dedektife yüzünü buruşturduktan sonra genç sekreter telefona yöneldi. Üst görevlilerden biri arıyor olmalıydı ki sürekli karşısındakinin söylediklerini onaylıyor ve bir şekilde işi çözüceğini söylüyordu.“Pekâlâ” dedi genç sekreter telefonu kapattıktan sonra.“Dinliyorum”“Bu davadaki yardımcınız olarak benim görevlendirildiğimi söylüyorlar”Dedektif şaşkın şaşkın güldü. O an sekreter bu adamın diğer insanlar gibi gülebildiğinin farkına vardı.“Mükemmel bayan ama benim bir yardımcıya ihtiyacım yok”“Dedektif hayatımda tek hayalim bu davada sizin yardımcınız olmak değil bilmem farkında mısınız?”“Lanet olası FBI görevlileri” diye düşündü genç sekreter. Her zaman polislerden daha üstün olduklarını düşünürler.“Bakın bayan bende yardımcı kullanmam. Her neyse bir telefon konuşması yapmalıyım”Dedektif pda telefonunu çıkardı. Neredeyse hiç bakmadan rehberden numarayı bulup aradı. Kütüphane raflarının arasında kitap karıştıran yâda öyleymiş gibi davranıp rafların ucundaki mine etekli sarışın genç kızı dikizleyen elli yaşlarında bir adam telefona cevap verdi.“Jilben Ponton”“Hey yaşıyor musun sen?”“Elbette dostum Rock n roll”Dedektifin yakın arkadaşı olduğu belliydi. Sekreter herhalde böyle rahat konuştuğunu görseydi yardımcısı olmanın pekte fena fikir olmayacağını düşünürdü.“Dostum şu dava için aradım buradaki sekreter yardımcım olmak üzere görevlendirildiğini söylüyor. Ama lanet olsun ki ben tek çalışırım.”Karşıdaki ses şimdi ciddi bir tonla konuşuyordu.“Bu kez değil Jordan.”“Aman tanrım hadi ama yapma bu işi iptal edebileceğini biliyorum. Bu benim davam.”“Hayır, hayır Jordan dinle bak sekreter seninle birlikte çalışacak tamam mı? Sorun çıkartmayacak merak etme.”“Anlamıyorsun…”Telefondaki ses dedektifin sözünü kesti.“Konu kapandı dostum. Burada ne yaptığımı sanıyorsun? Dans ettiğimi falan mı? Kapat telefonu meşgulüm.”“Hey …?”Dedektif cevap alamadı. Adam telefonu çoktan kapatmıştı.Telefonu cebine koyduğunda sekreterin yanında gülümsüyor olduğunu gördü ve şaşırdığını belli etti.“Nerden başlıyoruz dedektif?”Dedektif sekreterin bu cesaretine gerçekten şaşırmıştı. Ama yapabilecek bir şeyi olmadığından susmakla yetindi. Sekreterin bu cesareti ve cüreti telefon konuşmasını dinlediğinden dolayı kazandığını düşünüyordu. Bir kez daha şansını denedi genç sekreter…“Dedektif?”Dedektif aniden karar verdi. Ve odadan hızlı adımlarla çıkarken yardımcısına seslendi.“Gel benimle”Washington Hapishanesi öğleden sonra. 2.30E bloğundaki görevli memur her zamanki gibi aynı saatte işine başlamıştı. Eve gidince sıcak çikolata içmeyi ve en sevdiği program olan programını seyretmeyi düşünüyordu. Bloğun bu salonunda aslında temizliğe ihtiyaç var mıydı bilmiyordu. Ama onunu görevi bunu sorgulamak değildi. Sadece mavi kovasını alır her öğle yemeğinden sonra üst katları bitirir ve E bloğunun son salonuna gelir temizliğe başlardı.Hapishanenin bu bölümünde tek bir hücrede mahkûm vardı. Ve genellikle konuşmazdı. Görevliye bakardı. Temizliği en ince ayrıntısına kadar seyrederdi. Oturduğu yatağından neredeyse hiç kıpırdamadan yapardı bunu. Hizmetli de onun bu ilgisizliğine ilgisizce karşılık verir asla yüz yüze gelmemeye çalışırdı. Bir keresinde gardiyana öylesine sormuştu neden ceza evinde diye; ve gardiyandan dinlediklerinin ardından yaşlı adam mahkumdan aşırı derecede korkar oldu.


“Derisinin içine girmiş” “Nasıl yani?”“Ustalıkla yüzmüş ve kendi derisinin üzerine yapıştırmış bununla ilgili bir film izlemiştim…”Memur zemini parlatırken bir kez daha yankılandı aniden kafasında gardiyanın söyledikleri ve ayığını dikkatsizce kovaya çarptı. Mahkûm gözlerini birden derinlemesine açtı. Umarım fark etmemiştir diyordu yaşlı hizmetli ama fark etmişti. Bir ara bakışlarını fark ettirmeden mahkûma doğru yöneltti. Bir yandan da yerleri paspaslamaya devam ediyordu.Mahkûm yaşlı adamın korkusunu demir parmaklıklar ardından hissedebiliyordu. Ve hissettirdiği bu korkudan dolayı farklı bir mutluk duygusu hissediyordu. Sinsiydi bu mutluluk, karmaşıktı. Gözlerini iyice açtı ve yaşlı hizmetlinin gözlerinin içine aniden yöneltti. Bu birkaç saniye içinde yaşlı hizmetli gözlerini mahkûmdan alamazken mahkûm ağzını tümüyle açıp yüksek sesle hırladı. Yaşlı adam geriye doğru korkuyla sıçradı. Sol ayağının arkasında duran kovaya takılıp yere düştü ve acıyla inledi.Mahkûm sakince gözlerini kapattı ve yatağına uzandı. Yaşlı adam yerden kalkmaya çalışırken içinden“Lanet olası Tommy Gloser” diyordu.Dedektif son model Audi’sinin kapısını ilk kez bir bayan için açtı. Sekreter her dakika bu adama daha çok şaşırıyordu. Yaptığı hiçbir şey diğerini tutmuyordu. Önce yanında onu istemediğini söylemesi ve sonrasında ona arabanın kapısını açması… Bu davanın başına bela olacağını biliyordu aslında.“Buyrun bayan”“Teşekkür ederim dedektif”Önden dolaşıp sürücü koltuğuna geçen dedektif hemen cd çalara yöneldi. Sekreter ne yapıyor bu demeye kalmadan Michael Jackson’ın şarkısı bütün arabayı titretmeye başladı.Sekreter boğuk gelen bir sesle konuştu. “Ne yapıyorsunuz dedektif?”“Seni duyamıyorum ne?”Genç kadın CD çaların sesini kısmak için elini yöneltmişti ki dedektif elini tuttu. Sonra bırakıp sesi azalttı.“Burası benim arabam, benim dinlemek istediğim müzik ve benim dinlemek istediğim ses seviyesi bunu bir daha deneme bayan”Sekreter o zaman resmiyeti bıraktı.“Tanrı aşkına! Nesin sen? Gerçekten dedektif olduğuna emin misin?”“Ne yani dedektifler müzik dinleyemez mi?”“Ah elbette dinleyebilirler bayım unut gitsin. Öyle ya boş zamanlarında da sahne alıyor musun? Merak ediyorum.”“Çeneni kapat. Bu bir emirdir”“Emredersiniz efendim” sekreter gülümsüyordu. Yanındaki adam tam bir kaçıktı ve onunla birlikte çalışacaktı. Dedektif tekrar elini ses düğmesine götürdü fakat bu kez de sekreter elini tuttu.“Peki, şimdi nereye gidiyoruz efendim?”“Ah, birincisi bana Jordan de. İkincisi soru sorma”Sekreter bu adam istifa dilekçemi imzalamama yardımcı olacak diye düşündü. Yükselen şarkının sesiyle siyah Audi tekerleklerinin izini bırakarak otoparktan ayrıldı.Hapishane müdürü George Purge’yi yıllardır, da bu işi yapıyordu. Çok saygın bir mesleği olduğuna inanırdı bunun. İnsanları ıslah etmek konusunda da kendini bir otorite olarak kabul ederdi. Belki de öyleydi. Evinde eski bir elektrikli sandalyeyi dekor olarak tutması onun bu konudaki özverisinin büyüklüğünü açıkça ifade ediyordu. Bu sandalyeden sadece bazı özel dostlarının haberi vardı. Çalışma odasında duruyordu. Elbette ki sandalye çalışmıyordu ama geçmişte çalışıyor olduğunu kanıtlar gibi duruyordu.Hızlı adımlarla dedektif ve yardımcısı kapıdan geçtiler. Her adımlarında kararlılıklarını ve istemeden de olsa ortaklıklarını görmek mümkündü. Girişteki memura kimliklerini gösterip içeriye hızlıca girmişlerdi. Demir kapıların açılışını beklerken bile sıkılıyordu dedektif.Müdürü görmek üzere sağ koridora yöneldiler. Genç sekreter dedektifi bir adım geriden takip ediyordu. Bir saniye sonra ne yapacağını bile tahmin edemeyeceğini düşünüyordu. Odanın kapısına geldiklerinde dedektif yardımcısına dışarıda beklemesini gerektiğini düşündü. Ama sonradan vazgeçti, ne yaparsa yapsın bu davada onunda görev alacağını biliyordu. Çünkü ponton öyle demişti.İçeriye girdiklerinde George Pourge masasında oturmuş her zamanki gibi sade kahvesinin dumanını ince ince hissediyor ve bununla bir meditasyon yaparmış gibi kendini geriye doğru yaslıyordu.“Merhaba FBI Jordan Miller dedektif” kimliğini gösterdi. “Merhaba dedektif” gözlerini sekretere yöneltti.“Sandra Faris cinayet masası” demekle yetindi sekreter.Dedektifin kendine özgü farklı, aykırı tavırlarından dolayı sekreter kendini rahat hissetmiyordu. Her hareketini korkaklıkla yapıyor yanlış bir şey yapmaktan çekiniyordu. Daha önce hiç yardımcı olarak görev yapmamıştı bir dedektife. Sadece ekip çalışmalarında bulunmuştu. Kendide şaşırıyordu böyle bir davada bu boyutta bir göreve bir sıradan bir sekreterin atandığına. Böyle bir durumu görmek bir yana duymamıştı bile hiç. Öyleyse o sıradan bir sekreter değildi.“Memnun oldum bayan, sanırım kim olduğumu söylememe gerek var mı, bilmiyorum? Genelde polisler ve dedektifler buraya adımı duyarak gelir.” Dedektif müdürü ukala bularak konuşmaktan çekinmedi.“Anlaşılan bu kez bir istisna olmuş”Müdür temkinliydi.“Ah hadi ama dedektif burası sorgu odası değil öyle değil mi? Oturunuz lütfen sakin olun”“Fazla kalmayacağız bayım. Koltuk davası için geldik”Müdürün yüzü bir anda deyişti. Ciddi bir tavır aldı.“Tommy Gloser değil mi?”“Evet”“Lanet olası adam, istediğinizi yapın gardiyana sizi hücresine götürmesini söyleyeceğim.”“Pekala, görüşmek üzere bayım…”“George” dedi müdür. “George Pourge”Dedektif sözünü tamamladı. “Görüşmek üzere bay Pourge2Müdür gülümseyerek karşılık verdi.“Gidelim”Tommy Gloser hala uzanıyordu ve kendi kendine düşüncelere dalmıştı. Bir ara buradan çıkarsam dedi kendi kendine... Bilmiyorum. Yine içinden bir ses sordu. Amaçsızca karşılık verdi içindeki sese. “Şimdilik bir şey olmayacak sadece kan içmek istiyorum”...


Düşüncelerini mermer zeminden tüm koridora yankılanan ayak sesleri böldü. Tommy Gloser duymazdan geldi. Uyumak istiyordu. Ama az sonra dedektif ve yardımcısı karşısında duruyordu. Yaşlı adam uyuyormuş gibi yapmaya devam etti. Dedektif gardiyanı gönderdikten sonra yükseksesle konuşmasına başladı.“Bakın burada kim varmış...” Gloser söylediklerini duyuyor ama dedektife cevap vermiyordu.“Kalksana aşağılık herif karını öldürürken de bu kadar üşengeç miydin? !”Tommy Gloser yavaşça doğruldu. Şimdi yatağında oturuyordu. Sinsi bir ses tonuyla konuştu. Her an saldıracakmış gibiydi“Aaow dedektif tatbikide hayır, öyle olsaydı derisini nasıl yüzerdim. Ah üzerimde nasılda güzel durmuştu. Tabi o zamanlar daha gençtim gençken insana her şey yakışıyor öyle değil mi bayan ?”Sekreteri gözüne kestirdi. Genç kadın birden irkildi. Rüyadan aniden uyanmış gibiydi. Dedektif sekreterin bocalayıp açık vermesini engellemek için hemen lafa girdi.“Sesini kes Gloser! Konuşman gerekenleri konuş”Bu cümle sekreterinde dedektifinki gibi otoriter bir tavır almasına olanak sağladı. Mahkum bu sert çıkışına gayet sakin yanıt verdi. Mutluydu...“Sizi dinliyorum bayım”“Bak sana ne diyeceğim, seni burada öldürüp rahatça dışarı çıkabilirim aşağılık herif. Cesedin çürüyene kadarda buraya kimsenin gelmemesini sağlarım. Koltuk davası için burada olduğumuzu biliyorsun bize yardım edeceksin.”Mermer zeminde, yatağının yanında dolaşmaya başladı yaşlı katil. Ellerini arkasında birbiriyle buluşturdu. Sol gözüyle bir saniyelik bir bakış attı sekretere kafasını çevirmeden... Yere baktığını gördü. Kendi kendine güldü. Nefret dolu bir nefes çekti burnundan ve verirken de tüm içinde öldürmek ve kan kelimelerinin canlandırmış düşünüyordu sanki. Üzerindeki ince kumaştan elbiseleriyle bir evsiz gibi görünüyordu. Mavi renkteki solgun bir hapishane tulumuydu kıyafeti ve onun altında yakası açık olan tulumdan gözüken beyaz tişörtü vardı. Soluk vücuduyla uyumluydu. En çokta yüzü onu gerçekten suçlu gibi gösteriyordu.  der gibiydi bu ifade. Yer yer dökük beyaz saçları yaşına rağmen uzundu. Sinsice gülümsemesini tamamlıyordu bu saçlar. Geçmişinde yaptığı her şeyden gurur duyuyuyor ve sanki bu yüzden attğı her adımda kendisine saygı duyulması gerektiğini düşünüyordu. O isterse her şey yok olacak o isterse herşey var olacaktı. Tanrıya inanmıyordu sanki. Çünkü tanrı ona göre şeytandı. Kötülüğün simgesi olduğunu düşünüyordu. Kan ve ölüm onun için kutsaldı. Daha fazla öldürmedikçe bir işe yaramadığını düşünüyordu.Bir kaç adım daha attıktan sonra yatağına oturdu.“Koltuk. Ne koltuk ama...”“Evet, gerçekten müthiş bir şey” dedi dedektif. “Karını öldürdükten sonraki en büyük olayın” diye de ekledi“Öyle olmalı”“Pekâlâ, o koltuk sana nerden geldi nerden buldun onu?”Aslında katilin kendisine vereceği cevabı tahmin ediyordu. Davanın dosyaları geçen gece evinde çalışma masasında incelerken görmüştü. Bu soruya bir yıl boyunca hep aynı saçma cevabı vermişti Gloser. “satın aldım” demişti.Ve ifadesinin devamını gözlüğünü çıkararak okumuştu dedektif o gece...Yargıç jüri üyelerden birinin aniden yerinden ayağa kalkıp “Öyle ya aşşağılık herif bu koltuklar New york alışveriş merkezinde satılıyor, insanları vahşice öldürmek isteyen herkes bir tane sipariş verebilir, bir siparişte sizin için verilmeli!”Böyle bir koltuğu satın alamayacağını herkes biliyordu ama Tommy Gloser sadece bunu diyordu. Devamında dedektifin okuduğuna göre mahkemede akıl sağlığının yerinde olmadığını gösterecek hareketler ve sözler sarf etmişti. Fakat birçok jüri üyesinin sinirli ve sert sözleri yüzünden Gloser’ı kaçtığı akıl hastanesine tekrar geri dönmemesi kararını vermişti yargıç ve hapisle cezalandırılmasına karar verilmişti. Çünkü birçok jüriye göre Tommy Gloser bilerek böle yapıyordu önce akıl hastanesine gidecek ve oradan tekrar kaçacaktı.Ve dedektif tahmininde yanılmadı şu anda da aynı cevabı verdi yaşlı adam “satın aldım dedektif bir silah gibi”


1990 YILINDAN BİR HİKÂYE: İNSAN DERİSİBölüm:1Aslında her şey çok güzeldi. Her şey o kadar güzeldi ki bir parça kan bulaşsa Tommy’nin eline ketçap sanardı...1990 yılında Gloser çifti evliliklerinin beşinci yılındaydılar. Ve tanrı biliyor ya Bayan Gloser çok iyi bir eşti. Tommy’de öyleydi elbet. Karısını seviyor ve saygı duyuyordu. Ama bunu sinirli olmadığı zamanlar yapıyordu. Denver yakınlarında oturuyorlardı. Şehre iki mil uzaklıktaki kasabada. Tommy bir temizlik şirketinin muhasebesini tutuyordu. Çok fazla çalışmayan bir şirketti bu ama yinede Tommy ve Jane rahatça yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ta ki o gün gelene dek.Her zamanki gibi Tommy saat yedide şirketten ayrılmış evine dönüyordu. Oldukça hızlı kullanıyordu chevroletteini. Muhasebesini tuttuğu temizlik şirketinin patronuyla kavga etmişti. Zaten muhasebeden nefret ediyordu. Asla finansman konusunu sevmezdi. İşinin bitmesi için tanrıya yalvarırdı. Kahve üstüne kahve içer, çoğu zamanda tekrar tekrar yapmak zorunda kalırdı işleri yanlış yaptığı için. Onu sinir eden tek şey muhasebeden başka bir gelir kaynağı olmayışı ve evli olduğu için bu işe muhtaç olmasıydı.Babasının dediği gibi “Taşrada çiftlik mi süreceksin Tommy? Bunu yapanlara şehirde ne derler bilir misin?” devamı gelmezdi. Babası hiç bu lafını tamamlamazdı. Soru işareti olurdu hep sonunda bu cümlenin. Babası da kasabada büyümüş bir çiftçiydi. Ve Tommy’nin çiftçiliğe özenmemesi için elinden geleni yapıyordu. Önceleri doğaya karşı ilgi duysa da sonrasında Tommy babasının baskılarına dayanamadı ve vazgeçti. Sevmediği okulunu, sevmediği arkadaşlarını, sevmediği mesleğini elde etti. Ve şimdide arabayı kullanırken bütün bu düşünceler öylesine kafasından kısaca geçti. Sinirliydi, sinirli ve sinirli. Bir ara babasının yaşıyor olmasını istedi.


“Taşrada çiftlik mi süreceksin Tommy bunu yapanlara şehirde ne derler bilir misin?” beyninde tekrar tekrar yankılanan bu cümleye sertçe karşılık verdi.Eve yaklaştıkça tartışacağı bir insan arıyordu. Karısını düşündü ona sinirlenecek bir şeyler bulmalıydı. Ne yazık ki bulamadı. Bunun üzerine sinirlenecek bir şeyler bulamadığı için sinirlendi. Ama eve vardığında biraz sakinleşmişti. Karısı sıcak bir gülümsemeyle karşıladı onu. Bayan Gloser ancak bu kadarını yapabilmişti. Birazda utangaçtı aslında ama durumu belli etmediği için kendine minnet borçluydu. diyordu kendi kendine. Ama fark etmişti Bay Gloser. Oturma odasından geçerken gözü arka kapıya öylesine kaymıştı ve görmüştü karısının sevgilisini. Tepki bile vermeyişi öylesini mutlu ediyordu ki karısını. Ucuz atlattık diyordu.Koltuğuna oturdu Tommy ve karısından yiyecek bir şeyler hazırlamasını istedi. Jane başından giderse karısının kiminle onu aldattığını düşünüp o adamı tanıyabilecekti. Adamı yandan gördüğü için tam olarak kim olduğunu anlayamamıştı. Hırsla düşünüyordu.Tommy aldatıldığından o kadar emindi ki bunu sorgulamadan şimdi o kadına ne yapacağım diye düşünmeye başlamıştı bile. Jane ona deliler gibi âşık olan Jane nasıl yapardı bunu?Hayır, saçmalıyordu Jane böyle bir şeyi yapamazdı. İyi ama o adam kimdi? Neden arka kapıdan sinsice çıkıp gitmişti. Evet aldatıyordu! Aşağılık sürtük bunu yapıyordu!Oturduğu yerden kalktı hırlayarak nefes alıyordu. Önündeki sehpanın önünde bir bıçak olsaydı Jane bu kadar acı çekmezdi onu hemen mutfağa gider ve bıçaklardı. Ama bu şüphe ona daha fazlasını yaptırmak için sürekli büyüyor ve gülümsüyordu... Birinci bölüm sonu... bunu demişti Gloser her zamanki gibi.Saatine baktı dedektif 2.50’liydi. Masanın üzerindeki kâğıt ve dosyaların üzerine koydu başını. Masa lambası kor kadar sıcaktı. Kapattı ve karanlıkta uykuya dalmayı bekledi. Hala koltuk ve Gloser düşünceleri beyninde bir karmaşaydı. Yapacağım diyordu bu davayı çözeceğim mutlaka! Ya başaramazsam ama? Evinin sessizliği cevap verdi buna. ... Uyudu.


Telefonun sesiyle zorlukla gözünü açtı dedektif. Mick Jagger’ın sesinden hemen önce boğuk bir elektrogitar sesi gelmişti. Boynunda ve sırtında hissettiği ağrılara karşı koyarak geriye doğru yaslandı ve telefonu açtı.“Alo”“Jack Qluzo üçüncü sınıf jandarma”“Canın cehenneme ponton saat sabahın altısı. Karşı duvardaki metalik gri saate takılı kalmıştı gözleri”“Hah iyi o zaman. Bak ne diyeceğim yarım saat sonra Jack’ın restoranında buluşalım. Tamam mı? Ne dersin kahvaltı ve ekstra bira benden”“Kulağa hoş geliyor” sesi hala uykuluydu.“Qluzo dünyanın en iyi dedektifi”Bu cümleyi bir komedi filminden almıştı. Birlikte izledikleri filmden hep alıntılarla şakalaşırlardı.“Bu gün hava ne kadarda güzel böyle. Umarım havalar hep böyle güzel kalır (yine filmden bir replik) bekliyor olacağım ponton görüşürüz”“Görüşürüz” diye karşılık verdi dedektif ve masanın üzerine bıraktı kendini…Restorana ilk gelen her zamanki gibi dedektif olmuştu. Her seferinde arkadaşı  geç kalmakta ısrarcıydı. Garson kız dedektifin kahvaltısını servis yaparken gözlerini kapatmamak için kendini zor tutuyordu. Kapıda adamın görünmesiyle dedektifin dudaklarında küçük bir gülümseme yayıldı. “Gel bakalım yaşlı dostum otur şöyle”Adam gülümseyerek karşılık verdi ve karşısına oturdu. "Ee yaşlı korkak.. Nasıl gidiyor dava. Dosyayı elinden bırakıp tuvalete gidecek kadar zaman bulabiliyor musun?"“Beni nasıl bir pisliğe bulaştırdığının farkında değilsin, adam koltuğu satın aldığını söylüyor hah tanrım”“Öncelikle bu işe kendin bulaştın, her şeyi yaparım çözerim edasıyla giriştiğin işlerden biri FBI daki dosyalar bitti sanki de birde polislerinkine bulaştın, adam doğru söylüyordur belki de nerden biliyorsun.”“Saçmalama böyle bir koltuğu nasıl satın alabilir?”Adam eğilerek ciddi bir biçimde dedektife sordu. “Peki, başka alternatif var mı?”Dedektif anlamadığını ifade eden bir şekilde kaşlarını kaldırarak başını hafifçe çevirdi.“Anlasana aptal adam koltuğu kendimi yaptı sanıyorsun tabi ki satın aldı. Bu koltuk bu iş için geliştirilmiş olmalı. Tabi işin içinde birde adamın statüsü var. Adam Freedom bankasının sahibi olduğunu söylüyor ve milyon dolarlarla oynuyor. Birileri para için bu işi yapmış olamaz mı? Ve Gloser satın almış?”Dedektif düşünceli düşünceli ağzına bir lokma daha attı. “İyide koltuğun durumu ortada böylesine yüksek bir teknolojiyi kim nasıl yapmış olabilir. Bu yıllar alır.”Adam cevap vermedi. Gözlerini duvarda asıl olan tablolara doğru çevirdi. Anlamsızca bakıyordu. Eskiz bir çerçeveye konulmuş yoğun renkli bir hokkabaz tablosundaydı gözleri. Gülümseyen ve yamalı elbiseli hokkabaz tek tekerlekli bisikletinin üzerinde kukaları çeviriyordu. Daha dikkatli baktı adam ve sonra gülümsedi. İşine yarayacak olan fikir aklına gelmişti. Çünkü hokkabaz çekik gözlüydü…


1990 YILINDAN BİR HİKÂYE: İNSAN DERİSİBölüm:2Tommy sanki her şeyi önceden planlamış gibi hareket edecekti. Her sabah yaptığı gibi evinden çıktı. Akşam Jane'in tüm ısrarlarına rağmen birlikte olmamıştı onla, iğreniyordu sanki ondan gece boyu sırtında soğuk bir esinti hissetmiş ve düşünmüştü. Aslında sağlıklı düşünemiyordu. Her şeyden daha büyüktü içindeki öfke. İşine hayatına ve çocukluğuna ait bütün kızgınlığının odak noktası olmuştu şimdi Jane. Buna bir son vermeliydi ve verecekti. Olayları gerçek mi hayal mi ayırt edemiyordu sanki. Kafasında her bir ayrıntı iç içe geçmişti. Babasının yaptığı gibi ayrıştırması gerekiyordu. Paramparça etmeliydi. "Elbette Tommy ayrıştırmalısın, paramparça etmelisin Tommy, bir daha tekrarlamama gerek yok değil mi Tommy ?" Yoktu elbette yoktu. Arabasına bindi her zamanki gibi ilk yaptığı şey teybi açmak oldu.  Evinin önünden uzaklaşarak çevre yolundan yukarıya doğru ilerledi. Görünüşe göre işe gidiyordu. Sonunda gitti dedi  Jane beklide her şeyi anladı, o yüzden bu sinirli tavırları. Bu soğukluğunu bahane edip belki kavga çıkarır ayrılırım diye düşündü. Ama bunu gerçekleştiremeyeceğini bilmiyordu. Az sonra genç adam kapıdan içeriye girdi. Yasak aşkı onu yatak odasında bekliyordu. Adam bir şişe şampanya almıştı. Kapı açık olduğundan içeri girip, yatak odasına doğru çıktı. Sevgilisi içerde üzerini değiştirirken onu fark etmiyordu. Adam birden Jane’ni omuzlarından yakaladı. Jane küçük bir çığlık attığında gelenin sevgilisi olduğunu anlamıştı ve hoşuna gitmişti bu ani süpriz. Elindeki içinde şampanya olan kese kağıdını yatağın üzerine bırakan genç adam Jane’nin dudaklarına yapıştı hemen.  Omuzlarını boynunu  hırsla öpüyordu. Genç kadın iç çamaşırlarıyla olduğundan vücudunun sıcaklığını hemen hemen hissediyordu. Südyenine kadar inen genç adamın dudakları şimdi  Jane’nin südyenini ısırıyor  ve çekiştiriyordu. Jane’de kafasını önüne eğmiş genç adamınkiyle birleştirmişti ki tam bu sırada kafasına vurulan bir beyzbol sopasıyla yere yığıldı. Genç adam noluyor demeye kalmadan ikinci bir darbede ona geldi.  Bu vuruş öylesine sertti ki kafa tasları neredeyse çatlamış  başlarının derisi tamamiyle  içine göçmüştü. Ve vurulan yerde derin bir oyuk oluşmuştu. iki insanda yerde baygın halde yatarken henüz bunun bir başlangıç olduğunu kimse bilmiyordu.“Bu ne demek oluyor?” diye sordu dedektif. Yaşlı adam yanıtladı.“Anlasana, koltuk Japon yapımı olabilir. Teknolojisini düşün böylesine müthiş bir teknoloji ancak onlar tarafından yapılabilir.”“İyide neden, neden, neden? Neden biri koltuk insanlara işkence yapmak için üretiliyor. Tam olarak kim üretiyor. Nasıl üretiyor.?”Genç sekreter elinde kahvesiyle birlikte geldi ve masaya oturdu. “İşkence evet. Doğru kelime efendim. Orta çağda engizisyon mahkemeleri tarafından yapılırdı. Ve bir çok kez işkence için çivili koltuklar kullanıldı. Yargınalanan suçlular  bu koltuklara bağlanırdı. Bazıları ayaklarını ve ellerini kırmak için dizayn edilirdi.”Dedektif şaşkınlıkla bakıyordu. “Tanrım sen de nerden çıktın.”Güzel kadın gülümserken kahvesinden bir yudum aldı ve yaşlı adama doğru göz kırptı. “Aldırma Jordan ben çağırdım”Dedektif önemsemeyerek sordu. “Pekala , diyelimki bu koltukta orta çağ avrupasından esinlenerek yapılmış bir araç olsun. Ve birini öldürmek için yada işkence için yapılmış olsun. Peki böylesine büyük bir teknoloji kimi öldürmek için yapılabilir ki?” Bir ara bir sessizlik oldu. Belki on beş saniye kadar. Ama bu mantıklı bir “işte buldum” diyebilmek için yeterli bir süreydi. Ve bunu diyen şaşırtıcıdır ki sekreter oldu. “Şimdi anladım.” Bira bardağını dudağına götürüyordu ki masaya geri bıraktı dedektif. “Ne? Ne anladın söyle” Sekreter gerçekten işe yarar birşeyler düşündüğünü belli eden bir tavırla anlatmaya başladı. “Bu koltuğun ne için yapıldığı çok belli.  Politik bir mesele için yapıldı elbette. Dünyanın bir yıl önceki siyasi krizini ve hala şu anki etkilerini biliyorsunuz. Devlet bakanlarının birbiryle olan çatışmalarının en yoğun olduğu dönemdi. Ve ayrıca avrupa ve amerikanın birbiriyle çatışma içerisinde olduğu siyasal konularda vardı. Japon büyük elçisinin öldürülmesi ! ...”Sekreter konuşmasını tamamlayamadan Jordan Miller atıldı. “Evet, Türkiye’deki olay. Bir grup teröristin Japon Büyük elçiliğine yaptığı saldırı. Hatırladın mı dostum geçen yıl temmuz ayında olmuştu.”Karşısındaki adam büyük derin bir düşünceye dalmıştı. Başını önüne eğmiş ve söylenen herşeyi zihninin süzgecinden geçiriyordu. Hatırlamıştı elbette. O tarihte times gazetesinin baş sayfada verdiği haberi nasıl unutabilirdi. dedi kendi kendine. İstanbul. Ve bir çocuğun gülüşünü hayal etti zihni. Ne kadarda mutlulukla gülüyordu...“Hı... ne evet evet hatırladım tabiki Jordan gitmeliyiz. Eğer söylediğiniz olayla bir alakası varsa bu çok büyük bir konu olur ve bir savaş bile çıkabilir tanrı aşkına delirdiniz mi siz?”Sekreterin konuşmasına fırsat vermeden atıldı hemen. “İyi ama olanlar gerçek . sonra ne olmuştu hatırlıyor musunuz?”Sekreter zihnini yokladı. O gün çalışıyordu ve bunu akşam evine gelirken otobüste cep telefonundan öğrenmişti. Ertesi günü anımsamaya çalışıyordu. Sonra ne olmuştu?..


...Ve büyük elçiliğe yapılan bu talihsiz saldırının, hibe yardımıyla bir ilgisi olup olmadığı tartışılırken. Japon başkanı bunun iki ülke için bir sorun teşkil etmediğini yardımların projeleri desteklemeye devam edeceğini belirtti. Sayın seyirciler ayrıca gelecek ay ülkemizi ziyarete gelecek olan Japonya başbakanı Yasuo Fukuda ülkemizdeki terörü lanetlediğini bildirdi....Sekreter hatırlayamadı. Ama dedektif birşeyler bulmuştu. “Tanrı aşkına başbakan istifa etmişti. Hatırlasınız ya, iyide koltukla ne alakası olabilir....?”..Sayın seyirciler yine gündemimize ilginç bir haberle başlıyoruz. Geçen ay yaşananlardan sonra ülkemize gelen Japonya Başbakanı Yasuo Fukuda başbakanımıza son teknolojilerle donatılmış bir masaj koltuğu hediye etti. İlgi çeken bu hediyenin ardından başbakanın yaptığı açıklamada, mutluluk duyduğunu belirtti.“Jordan, Sandra, haberleri araştıralım. Belkide haklısınız bu olayla bir ilgisi olabilir. FBI binasına gidiyorum. Sandra sende polis merkezine git ordanda birşeyler bulabilirsin. Onların kayıtlarını incele bir saat sonra buluşalım.”“Pekala eğlence zamanı çocuklar” dedi dedektif ve masaya bıraktığı elli dolardan sonra dostuna gülümseyerek kalktı ve birlikte oradan ayrıldılar...


Washington hapishanesiYavaşça gözlerini açtı hücredeki adam. Hücresinin bulunduğu kolidorun karşısından gelen güneş ışğının azda olsa aydınlattığı yatağından doğruldu. Sağındaki ve solundaki duvara sanki onlarla konuşuyormuş gibi baktı birer kez. içinden geçirdiği bu düşünce sonrasında gülümsedi. Karısından duyduğu cümlelerdi bunlar. “Düşün Tommy bulabilirsin. Evet evet başka neler demişti? Ağlarken birşeyler söylemişti sanırım değil mi Tommy?” Kendi kendine sorduğu bu soruyu kendi yanıtladı. bir daha soru sormadı kendine. Çünkü bu bilmiyorum deyişi “şimdi bununla ilgilenemem” anlamına geliyordu. Başı biraz ağrıyordu ve sıkılıyordu. Hücrede olmak sorun değildi onun için düşüncelerini kapalı kutularda saklayan biri tek bir odaya kapatıldığında tek tek o kutudan yaptıklarını ve hayal ettiği psikolojik çöküntülerini sakladığı yerden çıkarır hayatını kolaylıkla yaşardı.  Psikopat denilmişti onun için birkaç kez. Bu aklına geldi ve güldü. Bir psikopattı gerçekten. Diğerleri gibi uydurma yada sahte bir psikopat olmadığına seviniyor ve bununla gurur duyuyordu. İnsanların bir kısmı sadece kendine zarar verdikleri için isimlerini psikopata çıkarırlardı. Oysa gerçek psikopatlık kendine değil başkalarına zarar vermekti...


Uzun kolidoru geçerken hapishane müdürü sırf bu kolidordan göründüğünü gazetecilerden duymamak için gardiyanlara verdiği paraları düşünüyordu. Acaba onlara vermek yerine o parayla birinci sınıf bir tatil yapabilirmiydi. Bilmiyordu. Gözlüklerini çıkarıp camını gözlük beziyle sildikten sonra bezi cebine koydu ve demir kapıyı açan gardiyana yüzsüzce bir selam vererek kapıdan geçti. Yüzssüzce bir selam diyordu buna gardiyan, çünkü belkide öyleydi. Rüşvet yemenin bu kadar namusluca olanı ancak ona özeldi. Hem rüşvet alıp hemde aldığı kişiyi övmemesi onun kutsanmış biri olduğunu ifade ediyordu onun için.  Müdür son kapıdanda geçtikten sonra nihayet Tommy Gloser’ın bulunduğu hücreye geldi. Gardiyan hücrenin karşısında duran müdüre hemen bir iskemle getirdi. Başını gardiyana döndürme gereği bile duymayan bir otoriteyle oturdu müdür sandalyesine. Işıklar kapatıldı. Şimdi sadece hücreye gelen güneş ışğı aydınlatıyordu salonu. Kapılar kitlendi. Müdür sırtını duvara yaslamış yatağının üzerinde oturan başı öne eğik adama bakıyordu. İçinden “hey “ diye seslenmek geçiyordu. Ama elli milyon dolar aldığı birine böyle birşey diyemezdi. “Ne zaman çıkacağım?” ses tonu sıkıldığını belli ediyordu. Sanki eskimişti vücudu ister istemez bu hücrede. Ve buna sinirlenip bir insanı küvetine saç kurutma makinesi atarak öldürebilirdi. Bunu yaparkende güzel bir gülümseme saçardı etrafına. “Tommy Gloser” dedi müdür. “Bu gün hapishaneden ayrılacaksınız.” Gülümsedi karşısında duran mahkum. Sonunda zamanı gelmişti. “Sizin için bir araba hazırlandı. Mahkum taşıma aracına biniceksiniz. Gardiyan kostümü giyip arabayı kullanarak hapishaneden ayrılacaksınız. Doğu yolunun ilersindeki bir benzinlikte siyah bir mercedes ve torpido gözünde elli bin dolar var.  Arabanın anahtarı mahkum arabasının torpido gözünde. Mahkum arabasını benzinlikte bırakıp diğer arabaya geçersiniz. Sizi başka bir kişi orada bekleyecek. Üzerinize uygun takım elbise ayarladık. Aracın  içinde elbiseleri diğer kişiye teslim edersiniz oda arabaya binip geri döner.” Tommy Gloser müdür anlattıkça gururlanıyordu. Çok iyi düşünmüşlerdi. Ancak böyle bir şekilde kaçabilirdi zaten oda bu hapishaneden. Herşeyin kusursuzluk planını hazırlamışlardı diyordu kendince. Herşey hazırsa o zaten hazırdı. Müdür konuşacakları bittiğinde ayağa kalktı ve gardiyan bununla beraber iskemleyi aldı. Gözlüklerinin camını bir kez daha silerken kolidora doğru ilerledi ve salondan çıktı.




1990 YILINDAN BİR HİKÂYE: İNSAN DERİSİBölüm: 3“Bırak beni Tommy, bırak ikimizide. Herşey için üzgünüm.” Genç kadın bunu söylerken kafası hala kanıyordu. Ve bir cümle daha kuracak hali yoktu. sandalyeye bağlamıştı kocası onu. Kollarını ve ayaklarını. Bir de boğazını geriye doğru bastıracak bir düğüm atmıştı boynuna. Karısının sevgiliside aynı şekilde bağlanmıştı yan yanaydı ikiside. Utansada arada yanındaki sevgilisine bakıyordu Jane. Bakıyor ve ikisi içinde ağlıyordu. Müzik çaların yanına gitti kocası ve birlikte bazı geceler sabaha kadar tekrar tekrar dinledikleri şarkıyı açtı. Micheal Jackson-Human Nature şarkısı şimdi odada son ses çalıyordu. “Why why tell’em that is human nature?” “Neden insan doğası söyle bana” dedi Tommy Gloser kendi kendine. “Eğer onlar bunu isterse neden bende daha fazla kan akıtmayayım ki..? buda beni keyifim. Zevkim değil keyifim. İkisi de aynı şey olsada.” Şarkı çalmaya devam ederken. Mutfağa doğru sağlı sollu adım attı genç adam. Bir yandan yürüyor bir yandan mj’in sesine eşlik ediyordu. Tiz bir sesi vardı. Musluğun önüne geldi ve altındaki çekmeceyi açtı. Burada küçük bir el baltası duruyordu. Şömine için odun kırmaya yarayan bir baltaydı bu. Henüz altı aylıktı. Başta çok çekinmişti onu eve almaya. Ama şömine için ayda bir çuval odun alıp bazı romantik gecelerde kullanıyordu onu. Şimdi yine kullanacaktı ama romantik değildi bu. Belki daha romantikti. Ama değildi. elini yavaşça götürdüysede sımsıkı kavradı baltayı. Ve dolabın kapağını öylesine bıraktı. Sertçe çarpmasını izledi ve bir robot gibi geriye döndü. Sağ elinde baltayla salon kapısında onu gördüğünde acı çekeceğini anlamıştı Jane. “Biliyordum” dedi kendi kendine. Sevgilisi hala baygın başı öne eğik yatarken ben kocamın manyak olduğunu biliyordum diye düşünüyordu. “Öyleyse benim suçum neydi” dedi sevgilisi kendi içinde...Jane kafasını kaldırıp “Yapma yalvarırım lütfen..” diye bildi. Başına zaten bir balta darbesi almış kadar acı çekiyordu. Saçlarından akan bir parça kan göz kapaklarının üzerine düşerken, kocası bunu fırsat bilip karısının sevgilisinin kafasına bir balta darbesi indirdi. Jane o zaman son gücünüde çığlık atmak için kullandı. “Why why tell’em that is human nature, why why does he do me that way...?” Adamın başı ilk darbede kopmadı. Yere bir sürahi dolusu kan boşalıyordu. Balta adamın yemek borusunu çapraz bir şekilde kesmiş boyun etlerini ve içlerinden uzanan damarları ise dümdüz etmişti. Adamın kafası yana düşmüş ve artık gözleri dünyaya ters bakıyordu. Bir parça et ve bir kaç damar topluluğu adamın kafasını hala boynunda tutuyordu oysaki. Tommy Gloser hiç düşünmeden bir balta darbesi daha vurdu. Ve başının sandalyelerin arasından halının üzerine düşüp yuvarlanışını izledi. Tam bu sırada şarkı ikinci defa başlamıştı. Bu sıranın Jane’de olduğu anlamına geliyordu...



“Bir bakalım neler bulmuşuz. Jordan sende ne var?”Dedektif elindeki belgelere bir göz gezdirdikten sonra dostuna doğru uzattı. “işte bunlar. Japon büyük elçiliğine bir yıl önce japon başbakanı istifa etmeden önce saldırı yapılmış. Sonrasında Türkiyeye gelen başbakan Türkiye başbakanına bilin bakalım ne hediye ediyor.”“ciddi olamazsın.” Sekreter tutamamıştı kendini.“Bencede”“Çocuklar herşey ortada. Çok ciddiyim. Masaj koltuğu hediye ediyor”Bunu duyunca arkasına doğru yaslandı sekreter.  “İşte bu enteresan. Koltuğun insan öldürmesinden daha da enteresan birşey varsa bu o işte. Bu iki ülke için savaş alarmı bile verir. İyide koltuk başkanı öldürmedi. Yani bu koltuk o koltuk değil demekki.”“Doğru” dedi dedektif. “Koltuk taşınırken bir kopyasıyla değiştirildi.” “Peki kim bunu yaptı. Neden yaptı. ?” sekreter akılndaki soru işaretlerini ortaya döküvermişti öylesine. Bulacak bir cevap olmadığında dahada heycanlanıyordu çünkü. Bunlara cevap bulunmalıydı.“Bunu öğrenmenin bir tek yolu var.” Dedi dedektif.Sekreter  ve dedektifin arkadaşı bir birlerine baktılar. Ve adam konuşmaya atıldı.“Aklından geçen.....”Dedektif onu susturdu. Gülümseyerek ayağa kalkmıştı bile..“Japon yemeği seversiniz değilmi ???...”


Hava alanına indiklerinde özel bir araba onları karşılamaya gelmişti bile. Öyleki FBI kalacakları eve kadar her şeyi hazırlamıştı. En güzel yanı bu diye düşünürdü bazıları dedektif. FBI hep iş başındadır ya. İşte bu güzel bir şey. Araştıramaya üçüde nerden başlayacağını bilmiyordu aslında. Otellerine yerleşirlerken resepsiyondaki adam sekreterin kimliğindeki Sandra Faris ismini okudğunda zaten birşeylerin yanlış gideceğini biliyordu. ABD hükümetinin hiç bir zaman yanlış birşeyler yapmayacağından şüpheleniyordu. Ama Japonya’da geri kalır değildi. üçüde küçük birer oda kiraladıktan sonra odalarına çıktılar. Dedektif çok fazla Japonca bilmemesine rağmen oldukça iyi anlaşıyordu. Kayıtsız kaldığı durumlarda ise dostu yardımcı oluyordu. Ertesi gün henüz otellerinden çıkmamışlardı ki otelin doğu kolidoru kısmından yükselen yangın alarmları bir dakika içinde her yerde çalmaya başladı. Fıskıyeler kolidorlara su sıkmaya başlamıştı bile. Yan yana olan dedektif, dostu ve sekreterin odalarının bulunduğu yerdeydi yangın. Otel görevlileri onlarca turisti odalarından çıkarmaya çalışırlarken bir kaç itfayeci de otelin doğu kolidorundan içriye doğru koşup dedektif, dostunun ve sekreterin odasına girdiler. Sekreter yatağında valizini topluyordu ki arkasını döndüğünde yüzüne sıkılan spreyin etkisiyle kendinden geçti. Bir kaç dakika sonra üçüde itfayecilerin kucağında dışarda bekleyen ambulanslara bindirildi. Hızla hastanenin yolunu tutuyorlardı. Ama nedense ambulans şöförü acil servisin önünden kimse görmeden siyah jeepe bindirmişti sözde hastaları. Jeep şehirdeki binlerce karmaşık sokaktan ikinci sınıf bir sokağa saptı. Devrilmiş bir çöp tenekesinden yere dökülmüş bir fastfood yemeğini ezerek geçen siyah otomobil, kapısı yavaşça açılan garaja girdi.  Apartman sakinlerinin birbirini tanımadığı bu ıssız sokakta kimse dönüp bakmadı bile arabaya…Bu arada Japonya’da en ilginç sohbeti yapan üç kişi ararsanız. Jazz Cafe’nin üst katında oturan üç kişinin yanına gelip konuşmalarını dinlemeniz gerekiyordu. Biri kadındı ve aslında orada oturup konuşmaktan endişe duyduğu belliydi. Bide Japonya’da olup Jazz kültürüne göre dekore edilmiş bir cafede oturmanın şaşkınlığını da yaşıyordu. Diğer iki adamla birlikte önlerindeki diz üstü bilgisayardan kırmızı bir noktanın harita üzerindeki konumunu takip ediyorlardı. Kahvesini yudumlarken “Durdular” dedi siyah giysili adam. “Evet, sanırım bir yere kapattılar. Sorguya çekecekler” Kadın güven dolu bir tavırla katıldı konuşmaya. “Ya da biz onları”. “Peki, gerçekten biz olduğumuza nasıl inandılar” diye sordu mavi ceketli adam. Siyah ceketli Jordan Miller yanıt verdi. “Dublörlerimiz bize gerçekten çok benziyor..”


Aynı gün..


Tommy Gloser hapishaneden çoktan çıkmıştı. Benzinlikte ki Mercedes’in torpido gözündeki paralardan birkaç yüz dolar çıkarıp geri hapishaneye geri dönecek adama vermesi de onun için büyük bir incelikti. Elbiselerini marketin deposunda değiştirdikten sonra sanki hiç mahkûm olmamış edasıyla arabasına bindi. Hapishane müdürü isteğini yerine getirmiş olacak ki CD çalarda Thriller albümü CD si vardı. Açtı hemen, en sevdiği şarkıyı buldu. Michael Jackson – Human Nature tüm arabada yankılanırken, güneşin parıltısı siyah Mercedes’in üzerine vuruyordu. Ve gaza bastı…“UASIOYAMASHI TOSICHO !!” “DİLİNİZİ BİLMİYORUZ !” Kadının bu bağırışı uzun saçlı adamın hoşuna gitmişti adeta. “Sizin için İngilizce mi konuşmalıyım bayan?” yanına yaklaştı ve sandalyeye bağlı sarı saçlı kadının ilk iki düğmesi açık olan gömleğini hafifçe çektirdi. Sinsi bir gülümsemeyle gözlerinin içine bakıyordu. Arkasındaki iki adama aldırmadan bakışlarını sürdürmeye devam etti. Japon gizli servisinin adamları olduğu belliydi. Ama daha çok mafya tipliydiler. Devletin bu tür güç sahibi bazı kişileri gizlice bünyesine alıp diplomatik mafya adı altında yüklü para ödediğini savunan bazı sivil toplum örgütleri bile vardı. Ortaya çıkmayan her şey devlet tarafından yapılmamış anlamına gelmiyordu onlara göre. Adam elindeki tekli silahın şarjörünü çekti ve kadının başına dayadı. “Koltukla ne ilginiz var?”Ona cevap veren sağındaki sandalyede bağlı dedektif kılığındaki adam oldu. “Size sormalı bayım koltuk Japon yapımı. Bu açık. Devletiniz Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı suç işlemiştir. Ve bunu bilen biz Amerikalılarız. Bunun savaş demek olduğunu herkes biliyor. O koltuk bizim elimize geçmeseydi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı öldürecekti.”Adam kadının yanından çekilerek silahı onun kafasına doğrulttu. “Ne kadar çok şey biliyorsunuz Bay Jordan Miller, sizden bahsetmişlerdi. Kendiişlerini göz ardı ederek polisin işlerine karışan dedektif. Aslına bakarsanız bu davayı almanıza şaşırmadım. Sizin de zaten Türk…”Aniden bir el silah sesi duyuldu. Ateşlenen mermi adamın silah tutan avcunu delip geçmişti. Silah aniden yere düşünce dedektif rolündeki adamda kendini sandalyeyle birlikte yere atıp yuvarlanarak silahı eline aldı. Ve arkadaki iki adamın ayaklarına birer el ateş etti. Yere düşen sağdaki adamın silahına Jordan miller arkadan bir tekme vurarak yanından uzaklaştırdı. Dedektifin dostu da zaten diğer adamın silahını çoktan alıp ona doğru doğrultmuştu bile. Dublör sekreter. Ellerini beş dakikadır aynı zamanda bıçak olan bilekliğiyle çözmeye çalışıyordu ve bunu başarmıştı. Kalkıp uzun saçlı Japon’a tüm gücüyle bir uçan tekme attı. Jordan Miller dahil herkes ona doğru çevirmişti gözlerini. Japon mafya adamı yere kapaklandı. Kendinden geçmişti. “Vay be” dedi dedektif. “Önüne bak sen!” Sekreter bir an kendine şaştı ve kıpkırmızı oldu. Dedektife nasıl böyle bir şey diyebilmişti.  Birbirlerine kısa ama anlamlı bir şaşkınlıkla baktılar. Gözlerinin içlerineydi bu bakışlar tam olarak. “Tanrı aşkına bayan ne vuruştu ama” demeden edemedi dedektifin arkadaşı.  Ve sekretere dönerek küçük birde şaka yaptı. “Bu senin benzerin mi şimdi?  Bazen FBI gerçekten işleri karıştırıyor” birlikte gülümsediler. “Kes şunu dostum” dedi Jordan Miller. “Tanrım birileri burada bazı kişiler hakkında konuşmasını istemiyor” diyerek karşılık verdi ve daha da istekli güldü dostu. “Merhaba Ben dedektif Jordan Miller”  “Ow gerçekten mi” diye cevap verdi dublörü. “Bende öyle”  gülümseyerek karşılık verdi, Jordan Miller. Diğer arkadaşlarını da çözmüştü kadın hemen bu gece tekrar Amerika’ya dönmeleri gerektiğini söyledi. Üç adamda sıkıca bağlanarak deponun arkasından bir arabaya bindirildi. Dedektif gülümseyerek arabanın içinde bulduğu paketleme şirketine ait şapkayı taktı ve depodan ayrıldılar. Sekreter âşık olduğu adamın karakterinden daha hiç bir şey görmemişti bile.


FBI BİNASISiyahi adam toplantı salonundan içeri girerek herkese müjdeli haberi verdi. Beyaz çizgili gri takım elbisesi üzerine bir beden büyüktü belki de. “Arkadaşlar operasyon başarıyla tamamlanmıştır. Jordan Miller ve arkadaşları koltuğun yapımcılarını buldular. Japonya’dan onları almamız gerekecek. Bu işi bir helikopter ile halledebiliriz.”Arka sıradan gözlüklü ve dik kahverengi saçlı bir genç el kaldırdı. “Steve? Elbette çok güzel dikkatli ol” “Teşekkür ederim efendim. Tabi ki” dedi genç. Görevi almıştı. Adam odadan çıkarken düşündüğü tek şey bu işi de hallettiğine göre artık gidip karısından özür dileyebilir eve geri gelmesini sağlayabilirdi. O lanet yaşlı annesinin evinde bir ton saçmalığı dinleyecekti belki ama kesinlikle karısını o kadının evinden alıp kendi evine getirecekti. Saat sekizi gösteriyordu ve çalışmak için en azından onun adına geçti. Binanın çıkışına doğru ilerlerken pahalı cep telefonu çaldı. “Alo Bay Mearthsın”“Evet buyurun.”“Ben Washington Hapishanesi müdürü. Bayım bu öğlen itibariyle Tommy Gloser hapishaneden kaçtı. Gerekli her şeyi yapın. Polislere haber verildi ama bu işi sizin daha iyi halledebileceğinizi düşünüyorum”“Tanrım… Tanrı aşkına bayım şimdimi haber veriyorsunuz.”“Ancak aklıma geldi. Hem zaten polislerden bu haberi almış olmalısınız.”“Ah kapatın telefonu bayım kapatın”Dedektif arkasını dönüp “Hey Millet” diye bağırdı. Yapılacak daha çok işi olduğu gerçeği onu sinirlendiriyordu.



Aynı Gece “Japonya Rüyası”Japonya’nın yüksek gökdelenlerinden birinin üzerindeydi üç kahraman. Aslında hiçbiri bu işe nasıl dahil olduğunu bilmiyordu. Jordan Miller geçmişinin üzerindeki izleri silmek istiyor gibiydi. Sekreter ise bu davaya katılma sebebini o kadar gerçekçi buluyordu ki. Çokta inanmadığı tanrının ona yaptığı bir iyilikti bu kesinlikle. Ne yapacağını bilmiyordu. Evet, aslında garajda o da ona hisli bir şekilde bakmıştı. Ama belki de sadece kendini kandırıyordu. Başlangıçtan bu yana ondan hoşlanmadığı belliydi. Helikopterin gelmesini beklerken esen rüzgârla saçları dalgalanarak kalkıp dedektifin yanına gitti genç kadın. Yanlarında çöp poşetlerinin içinde baygın halde yatan üç Japon oluşuna aldırmıyordu bile. Çamaşır asansörü ile çıkarmışlardı üst kata üçünüde.“Üşümüyor musun?”Kafasını kaldırdı dedektif. Karşısında duran kızıl saçlı kumral kadına baktı. Saçları uçuşuyor siyah montunu bedenine sımsıkı sarmış duruyordu. “Üşümüyorum.” Kararlıydı bu sözü. Üşüse de söylemeyecek bir hali vardı. Genç kadın yanına yaklaştı ve sırtını duvara yaslayıp oturdu. “Planın muhteşemdi. Yani şu sahte bizleri önceden gönderip, Japonların nasılsa geleceğimizden haberdar olup bizi yakalayacaklarını önceden tahmin etmen her şeyi kolaylaştırdı.”Omuzları birbirine yaklaşmıştı ikisinin de. “Evli misin?” Gülümsedi dedektif. Yüzüne bakarak yanıt verdi genç kadına. “Bunu neden sorduğunu biliyorum. Aslında parmağımda yüzük yok. Ama evli olsam ve yüzük olsa bile bir dedektif olarak ailemi korumak için takmamam gerekir. Evli değilim. Aslına bakarsan dedektif te değilim. Ben bir FBI ajanıyım. Bu davada dedektif rolü üstlendim çünkü polislere başka türlü kendimi kabullendiremezdim.” “Çok başarılısın..” göz göze geldiler bir an. Dedektif duymazlıktan geldi onu. “Ceketini ilikle üşüyeceksin.” Ne kadar farklı bir anlayışı vardı. Sanki bir Amerikan değildi. Başka biriydi. Genç sekreterin beyninde yanındaki adamla ilgili o kadar düşünce vardı ki. Yakınlaştıkça bu düşünceler kalabalıklaşıyordu. Soğuk bir rüzgâr daha eserken sekreter daha fazla dayanamadı. “Düşüncelerimi okuyabildiğine göre, sana karşı hissettiklerimi de bilebilir misin?” siyahlığa inat ışıl ışıldı ikisinin de gözleri. Şehrin ışıkları ay ışığıyla aydınlanırken esen rüzgârı aralarına sıkıştırdı bir iki çift dudak... Bir ara başını çekip arkadaşına çevirip göz kırpmaktan da kendini alamadı dedektif.


O gece helikopterle Amerika’ya havalandılar. Şehri kuş bakışı seyrederken sekreter ve dedektif birbirlerine sarılmışlardı.  Dedektifin arkadaşı ise helikopteri kullanan Steve’e işiyle ilgili demeçler veriyordu. Üç Japon çöp torbası içinde Amerika’ya havalandıklarından hala habersizdi. Sorgu odasında konuşturulduklarında koltuğun Japon yapımı olduğu kesinleşecek ve Türkiye ile Japonya arasında gerginlik yaratacak bu olayı Amerikan hükümeti büyük bir ihtimalle saklayacaktı. Ve Türkiye’ye böyle bir şey yapmasının nedenlerini öğrenecekti. Bundan sonraki kısım işin diplomatik kısmıydı. Her şey bütün bilgilerin devlet arşivinde saklanmasından öteye gitmezdi.  Ertesi gün iki sevgili telefon sesine uyandı. Sekreterin biraz başı ağrıyordu. Yatağından doğrulan dedektif telefondaki sesi dinliyor ve hiç konuşmuyordu. Sekreter yastığından başını kaldırarak dedektife arkadan sarıldı. Telefona doğru yakınlaştırdı kulağını. Ama konuşma bitmişti bile. Dedektif telefonu kapatarak sevgilisine doğru döndü. Yüzü düşmüş şaşkın bir ifade almıştı.“Ne oldu tatlım” “Tommy..” diye bildi dedektif. “Tommy Gloser hapishaneden kaçmış… Türkiye’ye gidiyormuş. Koltuğu değiştirdiğini söyleyip Japonya’yı ihbar edecekmiş…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder